Hayali Cihan Değer
Başkaları
ne düşünürse düşünsün, bana göre bizim dünyamız, büyülü iklimi,
oturduğu zemini, dağı-deresi, bağı-bahçesi, ovası-obası, mamureleri ve
meralarıyla, o kadar şirin, o kadar sıcak, o kadar yumuşak ve o kadar
sihirlidir ki, onun özüne nüfuz edenler ona âşık olur ve bir daha da
ondan ayrılmayı düşünmezler. Şahsen ben ona mensubiyetimi bir imtiyaz,
bir bahtiyarlık saydım ve içinde iken hep onunla serinledim, uzakta
bulunduğum dönemlerde de onun hayalimdeki renkli resimleriyle müteselli
oldum.
Benim nazarımda bu dünya, güzel insanları, sımsıcak
tabiatı ve coğrafî konumu itibarıyla cennetlere uzanan koridordan
farksızdır. Zaten altın çağları itibarıyla o, Firdevslerin bir izdüşümü
şeklinde algılanır ve bütün cihanlara denk tutulurdu. O zamanlar
Çin�den-Maçin�den seyyahlar gelir, onun o nefislerden nefis havasını
yudumlar, atmosferindeki ledünnîliği duyar, moral bulur ve ayrılırken
de gönüllerini bir kere daha gelme vaadiyle teselli ederlerdi.
O
zamanlar bu dünyanın insanları, şimdikinden daha çok eşya ve
hâdiselerle içli-dışlı, varlıkla sarmaş-dolaş, tabiatla da cankardeş
gibiydiler. Evlerinin, yurtlarının-yuvalarının,
köylerinin-kasabalarının dört bir yanı tabiata açık, iklimleri her
zaman ferahfezâ ve çevreleri de bir tabiat meşherinden farksızdı. O ev,
o köy, o kasaba ve o şehirdeki insanlar o semavî ufukları, o pırıl
pırıl duyguları ve maverâî ruhlarıyla içinde yaşadıkları bu dünyayı o
kadar Cennet�e yakın görürlerdi ki, bir adım daha atsalar kendilerini
onun içinde bulacak sanırlardı. Bundan dolayıydı ki onlar, mezarlarını
o bir adımlık yolda önemli bir konak sayar ve ahiretin ilk menzili
kabul ettikleri kabristanları ufuklarının renk ve deseniyle süsler,
aklın zahirî nazarında ürpertici görünen o saha-yı müthişi sevimli bir
tenezzühgâha çevirirlerdi.
Biz, biz olduğumuz dönemde, evler,
caddeler ve sokakların, o evlerde oturanlara, o cadde ve sokaklarda
dolaşanlara öyle sıcak bir bakışları ve öyle anlamlı bir tavırları
vardı ki, onlara kendi ruh ufkundan bakanlar, onların bize ait bazı
şeyler mırıldandıklarını duyar gibi olurlardı. Bu dünyada hemen herkes,
kendi gönlünden yükselen veya inançları, hülyaları, şuuraltı
müktesebatından süzülüp gelen bir mûsıkî ile kendinden geçer, her zaman
farklı bir mânâ meltemiyle heyecanlanır ve değişik bir neş�e ve
sevinçle köpürürdü.
Gerçi o zamanlar da hüzne, kedere sebebiyet
verecek bazı olumsuzluklar söz konusuydu ama, bu durum fazla uzun
sürmez ve hemen arkadan bu müstesna dünyanın o enfes tabiatı, kendine
has rengi, deseni ve her zaman büyüleyen zâtî keyfiyetiyle bütün
tozun-dumanın önüne geçer, vicdanlara bir kere daha kendini hissettirir
ve en ifritten hazanları pırıl pırıl baharlara çevirirdi. Bu itibarla
da günlerimiz, gecelerimiz her zaman sımsıcak ve mavimtrak, aylarımız,
yıllarımız da hep apaktı�
O zamanlar hayat bizim için yepyeni
bir güzellikle başlar, çevremizde her şey bahar naraları atmaya durur,
meltemler Yusuf Nebi�nin gömleğinden kokular getirir, ırmaklar Eyyub
Nebi�nin hayat havzıyla çağlardı.. ve bu dünyada âdeta bir ukbâ neşvesi
yaşanırdı. Gündüzler ışığını güneşten, gönüller de ziyasını gökler
ötesinden alırdı. Gönül gözleri, günebakan çiçekler gibi hep onu
kollar, ruhlar günün eşref saatleri sayılan namaz vakitlerine kurulu
yaşar ve sineler hep onun aşk u heyecanıyla çarpardı. Böylece günün her
parçası farklı bir şehrâyin ve bir şölen gibi duyulur; her hafta, her
ay, her sene bu millete aidiyeti cihetiyle farklı bir renklilik içinde
gelir geçer; geliş geçişleriyle o tali�li insanların başlarını okşar ve
onlara her mevsim kim bilir kaç kere Cennet koridorlarında
yürüdüklerini hatırlatırdı. Bu bahtiyarlar dünyasında her sabah âdeta
bir �ba�sü ba�de�l-mevt� yaşanır, her öğlen, ayrı bir sıcaklıkla başlar
üzerinde kendini hissettirir, her ikindi, bir meltem serinliğiyle dört
bir yanı sarar, her akşam, bir sükût mûsıkîsi gibi gönüllerin
derinliğinde duyulur ve bütün bir gün ötelere açık pencereleriyle
herkese bir temâşâ zevki sunardı; sunardı da bu derinlik ve bu
renklilik bir mânâda herkesi büyüler ve en katı kalbleri dahi ipekler
gibi yumuşatırdı.
O günkü nesillerin her zaman pırıl pırıldı
kalbleri, sımsıcaktı atmosferleri.. ve her tarafta sağlam bir güven ve
huzur nümâyândı. Şimdilerde çokça şahit olduğumuz eşkıyalık, çetecilik,
anarşi, zorbalık, derin devlet ve fâili meçhul� gibi konular hiç mi hiç
bilinmezdi. Bilinmezdi, zira o zamanlar her yanda nizam, âhenk,
hakkâniyet, adalet ve merhamet hâkimdi�
Hırs, haset, haksız
kazanç, ihtikâr, rüşvet, iltimas, dolandırma, kandırma, hortumlama...
türü hususların bazıları hiç bilinmez, bazıları da sadece sözlüklerde
görülürdü. Zira o günün tali�li insanları fevkalâde kanaatkâr, haramdan
uzak, helale kilitlenmiş ve hep hak duygusuyla oturup kalkarlardı�
Az
görülürdü onlarda düşmanlık duygusu, cinayet ve intikam hissi, fitne ve
fesat organizesi ve hükmetme sevdası; zira onlar, ciddî bir diyalog
gayreti, bir hoşgörü felsefesi, bir sevgi ahlâkı ve bir şefkat
anlayışına kurulu idiler.
O günkü insanlar baskıcı idareyi kadîm
tarihten kalmış bir tiranlık gibi görür; despotizmayı, firavunluk
şeklinde algılar ve lanetle yâd eder; başkalarını damgalama veya
fişlemeyi, alçakların işi sayar ve ömürlerini tevazu, mahviyet ve îsâr
ruhuna bağlı sürdürür; her zaman fütüvvet ruhuyla gürler, fedakârlık ve
samimiyetle soluklanırlardı.
O aydınlık dönemde, içki, kumar,
uyuşturucu ve kaçakçılık kat�iyen günümüzde olduğu kadar yaygın
değildi. Sokak çocuğu, tiner, bali vesâir çağın problemlerini
sözlüklerde bile göremezdiniz. Zira o gün her yanda kalb, ruh, akıl
insanları, düşünen dimağlar, samimi gönüller, ülke ve millet için
ihlâsla çarpan yürekler vardı.
Bu prototip insanların yaşadığı
atmosferde ne yukarıda sayılan türden levsiyat olabilirdi ne de fısk u
fücur, fuhuş, hayâsızlık ve bohemlik gibi insanı insanlığından
utandıran inhiraflar. Her şeyden evvel, ismet, iffet, fazilet, ilâhî
ahlâk ve hesap duygusu o bahtiyarların en mümeyyiz vasfı ve en tabiî
halleriydi. Onlar, çizgileri belli, yol haritaları düzgün ve insanî
derinlikleriyle de böyle bir şehrahta yürümeye hazır idiler. Doğru
yaşadı, doğru yürüdü ve arkadan gelenlere yâd-ı cemîl oldular. Bilmem
ki biz o yolun neresindeyiz?..
Sızıntı [BAŞYAZI]
Başkaları
ne düşünürse düşünsün, bana göre bizim dünyamız, büyülü iklimi,
oturduğu zemini, dağı-deresi, bağı-bahçesi, ovası-obası, mamureleri ve
meralarıyla, o kadar şirin, o kadar sıcak, o kadar yumuşak ve o kadar
sihirlidir ki, onun özüne nüfuz edenler ona âşık olur ve bir daha da
ondan ayrılmayı düşünmezler. Şahsen ben ona mensubiyetimi bir imtiyaz,
bir bahtiyarlık saydım ve içinde iken hep onunla serinledim, uzakta
bulunduğum dönemlerde de onun hayalimdeki renkli resimleriyle müteselli
oldum.
Benim nazarımda bu dünya, güzel insanları, sımsıcak
tabiatı ve coğrafî konumu itibarıyla cennetlere uzanan koridordan
farksızdır. Zaten altın çağları itibarıyla o, Firdevslerin bir izdüşümü
şeklinde algılanır ve bütün cihanlara denk tutulurdu. O zamanlar
Çin�den-Maçin�den seyyahlar gelir, onun o nefislerden nefis havasını
yudumlar, atmosferindeki ledünnîliği duyar, moral bulur ve ayrılırken
de gönüllerini bir kere daha gelme vaadiyle teselli ederlerdi.
O
zamanlar bu dünyanın insanları, şimdikinden daha çok eşya ve
hâdiselerle içli-dışlı, varlıkla sarmaş-dolaş, tabiatla da cankardeş
gibiydiler. Evlerinin, yurtlarının-yuvalarının,
köylerinin-kasabalarının dört bir yanı tabiata açık, iklimleri her
zaman ferahfezâ ve çevreleri de bir tabiat meşherinden farksızdı. O ev,
o köy, o kasaba ve o şehirdeki insanlar o semavî ufukları, o pırıl
pırıl duyguları ve maverâî ruhlarıyla içinde yaşadıkları bu dünyayı o
kadar Cennet�e yakın görürlerdi ki, bir adım daha atsalar kendilerini
onun içinde bulacak sanırlardı. Bundan dolayıydı ki onlar, mezarlarını
o bir adımlık yolda önemli bir konak sayar ve ahiretin ilk menzili
kabul ettikleri kabristanları ufuklarının renk ve deseniyle süsler,
aklın zahirî nazarında ürpertici görünen o saha-yı müthişi sevimli bir
tenezzühgâha çevirirlerdi.
Biz, biz olduğumuz dönemde, evler,
caddeler ve sokakların, o evlerde oturanlara, o cadde ve sokaklarda
dolaşanlara öyle sıcak bir bakışları ve öyle anlamlı bir tavırları
vardı ki, onlara kendi ruh ufkundan bakanlar, onların bize ait bazı
şeyler mırıldandıklarını duyar gibi olurlardı. Bu dünyada hemen herkes,
kendi gönlünden yükselen veya inançları, hülyaları, şuuraltı
müktesebatından süzülüp gelen bir mûsıkî ile kendinden geçer, her zaman
farklı bir mânâ meltemiyle heyecanlanır ve değişik bir neş�e ve
sevinçle köpürürdü.
Gerçi o zamanlar da hüzne, kedere sebebiyet
verecek bazı olumsuzluklar söz konusuydu ama, bu durum fazla uzun
sürmez ve hemen arkadan bu müstesna dünyanın o enfes tabiatı, kendine
has rengi, deseni ve her zaman büyüleyen zâtî keyfiyetiyle bütün
tozun-dumanın önüne geçer, vicdanlara bir kere daha kendini hissettirir
ve en ifritten hazanları pırıl pırıl baharlara çevirirdi. Bu itibarla
da günlerimiz, gecelerimiz her zaman sımsıcak ve mavimtrak, aylarımız,
yıllarımız da hep apaktı�
O zamanlar hayat bizim için yepyeni
bir güzellikle başlar, çevremizde her şey bahar naraları atmaya durur,
meltemler Yusuf Nebi�nin gömleğinden kokular getirir, ırmaklar Eyyub
Nebi�nin hayat havzıyla çağlardı.. ve bu dünyada âdeta bir ukbâ neşvesi
yaşanırdı. Gündüzler ışığını güneşten, gönüller de ziyasını gökler
ötesinden alırdı. Gönül gözleri, günebakan çiçekler gibi hep onu
kollar, ruhlar günün eşref saatleri sayılan namaz vakitlerine kurulu
yaşar ve sineler hep onun aşk u heyecanıyla çarpardı. Böylece günün her
parçası farklı bir şehrâyin ve bir şölen gibi duyulur; her hafta, her
ay, her sene bu millete aidiyeti cihetiyle farklı bir renklilik içinde
gelir geçer; geliş geçişleriyle o tali�li insanların başlarını okşar ve
onlara her mevsim kim bilir kaç kere Cennet koridorlarında
yürüdüklerini hatırlatırdı. Bu bahtiyarlar dünyasında her sabah âdeta
bir �ba�sü ba�de�l-mevt� yaşanır, her öğlen, ayrı bir sıcaklıkla başlar
üzerinde kendini hissettirir, her ikindi, bir meltem serinliğiyle dört
bir yanı sarar, her akşam, bir sükût mûsıkîsi gibi gönüllerin
derinliğinde duyulur ve bütün bir gün ötelere açık pencereleriyle
herkese bir temâşâ zevki sunardı; sunardı da bu derinlik ve bu
renklilik bir mânâda herkesi büyüler ve en katı kalbleri dahi ipekler
gibi yumuşatırdı.
O günkü nesillerin her zaman pırıl pırıldı
kalbleri, sımsıcaktı atmosferleri.. ve her tarafta sağlam bir güven ve
huzur nümâyândı. Şimdilerde çokça şahit olduğumuz eşkıyalık, çetecilik,
anarşi, zorbalık, derin devlet ve fâili meçhul� gibi konular hiç mi hiç
bilinmezdi. Bilinmezdi, zira o zamanlar her yanda nizam, âhenk,
hakkâniyet, adalet ve merhamet hâkimdi�
Hırs, haset, haksız
kazanç, ihtikâr, rüşvet, iltimas, dolandırma, kandırma, hortumlama...
türü hususların bazıları hiç bilinmez, bazıları da sadece sözlüklerde
görülürdü. Zira o günün tali�li insanları fevkalâde kanaatkâr, haramdan
uzak, helale kilitlenmiş ve hep hak duygusuyla oturup kalkarlardı�
Az
görülürdü onlarda düşmanlık duygusu, cinayet ve intikam hissi, fitne ve
fesat organizesi ve hükmetme sevdası; zira onlar, ciddî bir diyalog
gayreti, bir hoşgörü felsefesi, bir sevgi ahlâkı ve bir şefkat
anlayışına kurulu idiler.
O günkü insanlar baskıcı idareyi kadîm
tarihten kalmış bir tiranlık gibi görür; despotizmayı, firavunluk
şeklinde algılar ve lanetle yâd eder; başkalarını damgalama veya
fişlemeyi, alçakların işi sayar ve ömürlerini tevazu, mahviyet ve îsâr
ruhuna bağlı sürdürür; her zaman fütüvvet ruhuyla gürler, fedakârlık ve
samimiyetle soluklanırlardı.
O aydınlık dönemde, içki, kumar,
uyuşturucu ve kaçakçılık kat�iyen günümüzde olduğu kadar yaygın
değildi. Sokak çocuğu, tiner, bali vesâir çağın problemlerini
sözlüklerde bile göremezdiniz. Zira o gün her yanda kalb, ruh, akıl
insanları, düşünen dimağlar, samimi gönüller, ülke ve millet için
ihlâsla çarpan yürekler vardı.
Bu prototip insanların yaşadığı
atmosferde ne yukarıda sayılan türden levsiyat olabilirdi ne de fısk u
fücur, fuhuş, hayâsızlık ve bohemlik gibi insanı insanlığından
utandıran inhiraflar. Her şeyden evvel, ismet, iffet, fazilet, ilâhî
ahlâk ve hesap duygusu o bahtiyarların en mümeyyiz vasfı ve en tabiî
halleriydi. Onlar, çizgileri belli, yol haritaları düzgün ve insanî
derinlikleriyle de böyle bir şehrahta yürümeye hazır idiler. Doğru
yaşadı, doğru yürüdü ve arkadan gelenlere yâd-ı cemîl oldular. Bilmem
ki biz o yolun neresindeyiz?..
Sızıntı [BAŞYAZI]